Bir insanı anlamak, gerçekten zor bir iş. Ancak bir insanı anlamamak daha da zor olabiliyor bazen. İncindiğimizde, kırıldığımızda, içimizde kocaman bir boşluk oluşur. O boşluk, bazen bir kelimeyle, bazen bir bakışla, bazen de karşıdan beklenen ama gelmeyen bir özürle biraz olsun dolmayı bekler. Ama en acısı, kırıldığımızı ifade etmek zorunda kalmaktır. Çünkü bizi inciten, kalbimizi kıran kişi çoğu zaman farkında bile olmaz. İşte o anda içimizde iki farklı acı çekeriz: Hem incinmenin verdiği sızı, hem de bunu karşıya açıklama yükü…
Kırılmak, derin bir sessizlik içinde acı çekmektir. Kelimelerle anlatamadığımız, bazen anlatmak istemediğimiz bir durumdur. Çünkü kırgınlık, çoğu zaman kıran kişi tarafından anlaşılmadığında daha da ağırlaşır. Onun bu duyguyu anlayabilmesi için bir çaba sarf ederiz. Anlatmaya çalışırız, açıklama yaparız, belki üstü kapalı ifadelerle ima ederiz. Ancak bu süreç bile ruhumuzu yıpratır. İncitici olan zaten bizi kıran davranış değil midir? O anı tekrar tekrar yaşamak, onun üzerine kelimeler inşa etmek bir bakıma tekrar tekrar yaralanmaktır.
Bu durum, aslında insanın kendine olan saygısının da sınandığı bir noktadır. Çünkü gerçekten kendimize saygımız varsa, neden bizi anlamayan veya inciten birine kendimizi anlatmaya çabalıyoruz? Neden sessiz bir isyan içinde kalıyoruz? Sanırım cevap, insan olmanın kırılgan yapısında saklı. Sevgiye, anlayışa, karşılıklı empatiye duyduğumuz ihtiyaç, bu çabanın temelini oluşturur. İçten içe herkesin bizi anlayacağını varsayarız, özellikle de değer verdiğimiz kişilerin. Ama kırıldığımızda, bu varsayım çöküverir. Bu çöküşle birlikte içimizde anlamadıkları için kırıldığımız insanlara karşı buruk bir öfke de büyür.
Diğer yandan, karşıdaki insanın bizi anlaması için harcadığımız çaba, çoğu zaman kendimize ihanet gibi gelir. Kendi kırgınlığımızı dile getirirken aslında kendimize olan saygımızı da sınarız. Çünkü farkındayızdır; karşıdaki kişi bizim duygularımıza değer verseydi zaten kırmazdı. Ama biz hâlâ, "Acaba beni anlasa her şey düzelir mi?" diye bir umut taşırız. Bu umut, insan olmanın en temel hislerinden biridir. Ne kadar mantıklı olsak da, kalbimizin bir köşesinde o insana karşı en azından anlamaya çalışacağına dair bir inanç taşırız.
Peki, bu çaba ne kadar doğru? Bazen bazı insanlar, hayatımızdan kırılarak uzaklaşmayı hak eder. Onların gitmesine izin vermek, belki de kendimize olan saygımızı korumanın bir yoludur. Her kırgınlık, bize hayat hakkında bir ders verir. Bizi anlamayan insanlara kendimizi anlatmaya çalışmak yerine, kendimizi anlayan ve değer veren insanların yanında kalmak çok daha kıymetlidir. Kendimize şunu sormalıyız: "Bu kişi gerçekten hayatımda olmayı hak ediyor mu?"
Kırılmak, her insana nasip olmaz. Çünkü kırılmak için önce bağ kurmuş olmak gerekir. Sevdiğimiz, değer verdiğimiz kişiler tarafından kırılabiliriz sadece. O yüzden kırılganlık aynı zamanda sevgiyle de bağlantılıdır. Fakat kırılmak bir sınırdır; değer görmediğimizi hissettiğimizde o sınırı çekip yolumuza devam etmek de bir güçtür. Kendimizi korumak, bazı duyguları içimizde bastırmak anlamına gelmez; aksine, gerçek değerimizi göremeyen insanları hayatımızdan çıkararak bize gerçek anlamda değer veren insanlarla devam etmektir.
Kırılmak ve kırıldığını anlatmaya çalışmak, insanın kendi içinde yaşadığı derin bir mücadeledir. Bunu yaşayan herkes bilir ki, karşı taraf anladığında dahi o kırılma izleri silinmez. Belki bağışlanır ama asla unutulmaz. Hayat, bu kırıklarla doludur. Her biri bizi biz yapan küçük izlerdir aslında. Biz bu izlerle, kırgınlıklarla olgunlaşırız. Ama her şeye rağmen kırılmadan, sessiz çığlıklarla yaşamak yerine, hayatımızda değerli hissettiren insanları seçmek de bizim elimizdedir.
Kırgınlıklarımızın içinde kaybolmadan, anlamayanlara anlatmaya çalışmadan; bizi anlayan ve sevenlerle yolumuza devam etmek dileğiyle…